İnsanoğlunun atalarına yuva olan denizlerin altına inme uğraşı çok eski tarihlere kadar uzanır. Doğu Akdeniz'de, İran Körfezi'nde, Pasifik adalarında hatta Tierra del Fuego'nun buzlu sularında yaptıklarını belgelemeleri için yazıyı bilmiyorken dalış yapıyorlardı. Bu dalgıçlar efsaneviydiler. Denizlerden yiyecek ve hazineler getiriyor ve mitolojiyi canlı tutuyorlardı. Sümer kahramanı Gılgamış denizin dibinden ölümsüzlük otunu bulup gelmiş ama kaybetmişti.
Bugün deniz kıyıları insan nüfusunu mıknatısın demiri çektiği gibi çekmiştir. Aslında bu "denizin çağrısı" insan için o kadar eski değildir zira ilk insan bir balıkçıdan çok bir kara avcısıydı. İnsanın denize yakınlaşması da tıpkı diğer memelilerin binlerce yıl önce yaptığı gibi bugün insanın evriminin köklerine geri dönme isteği olarak düşünülmektedir. Bu romantik düşüncenin yerine başka bir düşünce geçemez. Gılgameş gibi 4000 yıl önce denizin dibine dalarak ölümsüzlük otunu arayan ve Glaucos gibi bu otu yiyerek ölümsüzleşen ve okyanuslara dalan dalgıçlardır. Görünüşe bakılırsa sualtı sadece tanrılara ve hayvanlara yuva olmuştur. Bu az sayıda da olsa insanın denize dalmasına engel olmamıştır. Bilinen en eski kayıtlar Akdeniz'de sünger toplamak için dalan Yunanlılarla ilgilidir. Aristo ağır zırhlarının altına bu süngerleri koyan askerlerden bahsederek süngerlerin önemine değinmiştir.
Ne var ki insan, ancak geçtiğimiz birkaç dekat öncesine gelindiğinde maske, palet, giysi ve solunum aleti sayesinde denizin mitleriyle yüzleşebildi. Bu aletler onun denizin çağrısına uymasına imkan verdi ve o heyecan verici ağırlıksızlığı tatmasını sağladı. Artık dalgıçlar denizle olan maceralarını gerçekten de konuşabilirlerdi.